Göğün Işığından Toprağın Nefesine: Kadim Ana’nın Hikayesi
Türk kültürünün en eski katmanlarında yer alan kadim bir inanç vardır. Göğün maviliğiyle toprağın kokusu arasında doğan, hayatın ilk nefesiyle birlikte var olduğu söylenen bir ana ruh... O, hem koruyan hem yaşatan bir kudret olarak anlatılır. Çocukları gözetir, annelerin kalbini huzurla doldurur, doğaya bereket getirir. Bu inançta kadın, sadece bir insan değil, evrenin canlı bir parçasıdır; su gibi besleyici, toprak gibi sabırlı, rüzgar gibi özgürdür. Yüzyıllar boyunca Türk insanı bu ruha, şefkatin ve ışığın kaynağı olarak saygı göstermiştir. Onun adı her çağda farklı şekillerde anılsa da anlamı hep aynı kalmıştır: merhamet, umut ve hayat.
Göçebe atalarımızın çadırlarında yeni doğan bir bebeğin
sesi duyulduğunda, anneler dua ederdi. Derlerdi ki, gökten beyaz bir ışık inip
o bebeğe yaşam verir. Bu ışığın kutsallığına inanılır, onun evden eksik
olmaması için saçlardan bir tutam kesilerek ateşe atılırdı. Çünkü inanışa göre
o ışık çekip giderse, huzur da onunla birlikte kaybolurdu. Böylece, görünmeyen
bir koruyucu varlık hep hatırlanır, her doğum, her dua, her umut onunla
özdeşleştirilirdi.
Bu inanç, sadece eski zamanların hikâyesi olarak
kalmamış, yüzyıllar boyunca halkın yaşamına sinmiştir. Anadolu’nun bir köyünde
bir çocuğun yüzünde parlayan sevinç görülürse, “ışığı var” derlerdi. Bu söz,
aslında o eski ruhun izini taşır. Çünkü halk inanırdı ki, bazı çocuklar
gökyüzünden gelen o şefkatli dokunuşla korunur. Yüzyıllar geçse de bu anlatı,
insanın kalbinde yankılanmaya devam etti. Modern çağın gürültüsü arasında bile
annelerin dualarında o kadim ses duyulur.
Eski Türk topluluklarında kadın, sadece bir eş ya da
anne olarak değil, toplumu ayakta tutan bilge bir güç olarak görülürdü.
Çocukları büyütürken aynı zamanda yaşamı da büyütürdü. Savaşlarda bile onun
sözü dinlenir, kararlılığı örnek alınırdı. Çünkü onun ruhu, göğün yumuşak
rüzgârıyla birleşmişti. Bu anlayış, zamanla bir kültürün temelini oluşturdu.
Kadının eliyle yoğrulan ekmek, bir yuvanın bereketi sayılırdı. Her doğan çocuk,
o koruyucu enerjinin bir armağanı kabul edilirdi.
İnancın özünde, doğanın canlı olduğu düşüncesi
yatıyordu. Gökyüzü nefes alır, dağlar konuşur, sular dinlerdi. İnsan bu büyük
düzenin bir parçasıydı. Yaşamın dengesini korumak için toprağa, ağaca, suya
saygı göstermek gerekirdi. Çünkü her şey birbirine bağlıydı. Kadim hikayelerdeki
ana figür, işte bu bağlantının simgesiydi. Göğün yumuşak yüzüyle toprağın
sabrını birleştiren o kutsal varlık, insana hem yaşamı hem de vicdanı öğretirdi.
Onun hikâyesi, aslında insanın içindeki ışığın hikayesidir.
Her insanda doğuştan var olan bir koruma içgüdüsü, bir iyilik sesi vardır. Bu
ses, bir annenin çocuğunu kucaklarken hissettiği şefkat gibidir. Ne bir dille
anlatılabilir ne de bir kalıba sığar. Belki de bu yüzden o inanç, hiçbir zaman
unutulmadı. Zamanla adı değişse de özü hep yaşadı. Türk insanı, kalbinde
taşıdığı o ana sevgisini her çağda başka bir biçimde dile getirdi.
Bugün bile birçok insan, doğaya baktığında o kutsal
dengeyi hisseder. Rüzgarın esişinde bir güven, yağmurun sesinde bir huzur
bulur. Çünkü geçmişin bilgeliği hâlâ kanlarımızda dolaşır. İnsan, bazen bunu
fark etmez ama içindeki şefkat, o eski inancın yankısıdır. Her annenin
duasında, her çocuğun gülüşünde, her toprağın uyanışında o enerji vardır.
Modern dünyanın karmaşasında unutulmaya yüz tutmuş bu
ruh, aslında bugünün insanına en çok gereken şeydir. Teknoloji ilerledikçe
insanlar doğadan uzaklaştı, kalpler soğudu. Fakat yine de bir yerlerde, içten
gelen o sıcaklık bizi hayata bağlar. İşte o sıcaklık, atalarımızın binlerce yıl
önce inandığı o koruyucu güçtür. İnsan, o enerjiyle yeniden bütünleştiğinde iç
huzurunu bulur. Çünkü hayat, sadece sahip olduklarımızla değil,
hissettiklerimizle anlam kazanır.
O ana figürü, geçmişten bugüne taşıyanlar, aslında bir
millete kim olduğunu hatırlatır. O figür, gücün sadece kılıçta ya da parada
olmadığını, asıl gücün şefkatte ve merhamette yattığını söyler. Kadının eliyle
büyüyen her yaşam, bu bilincin bir ürünüdür. Bu yüzden kadına değer vermek,
geleceğe değer vermektir. Toplumun temelinde sevgi varsa, o toplum hiçbir zaman
yok olmaz.
Bir zamanlar gökten beyaz bir kuş gibi inen o ışık,
bugün hâlâ insanların kalbinde parlamaya devam ediyor. Belki artık kimse onun
adını bilmiyor, belki unuttuk sandığımız bir inanç sadece hikayelerde yaşıyor.
Ama bir anne çocuğuna sarıldığında, bir insan başkasına yardım ettiğinde, o
eski ışık yeniden doğuyor. Çünkü şefkat, çağları aşan bir dildir.
Sonunda anlıyoruz ki, insanın gerçek gücü aklında
değil, kalbindedir. Bir milletin büyüklüğü, kadının duasında, çocuğun
gülüşünde, doğanın sessizliğinde saklıdır. Geçmişin o yüce ruhu bize bunu
öğretir: Yaşam, paylaşınca anlam kazanır. İyiliğin kökleri topraktadır,
sevginin ışığı göktedir. İnsanı insan yapan şey ise, bu iki dünyanın ortasında
taşıdığı yürektir.
Ve o yürek, binlerce yıldır aynı melodiyi fısıldar:
koru, sev, yaşat. Çünkü hayat, en çok buna muhtaçtır.
Saygılarımla.
Yorumlar
Yorum Gönder