Ekonomik Sıkışma ve ‘Normalleşen’ Zorluklar

Sokakta yürürken, otobüste bir sohbete kulak misafiri olurken ya da markette kasada sıranızı beklerken, artık sanki tek bir cümle yankılanıyor: “Her şey ne kadar pahalı oldu,” “Maaşın yarısından çoğu kiraya gidiyor,” ya da “Artık sofraya et koyamıyoruz.”

Bu sözler, eskiden yalnızca birer şikayet olarak algılanırdı. Oysa bugün, günlük konuşmalarımızın sıradan birer parçasına dönüştüler. Fiyat etiketleri değiştikçe, sanki duygularımız da onlara ayak uydurdu; artık şaşırmıyoruz, tepki göstermiyoruz, yalnızca derin bir iç çekip yolumuza devam ediyoruz. Adeta alışkanlık haline gelmiş bir çaresizliğin içindeyiz. Ekonomik sıkışma artık bir haber konusu olmaktan çok, hayatın kendisi oldu.

Geçim sıkıntısı, uzun süredir bu ülkenin sessiz fon müziği gibi. Herkes duyuyor ama kimse artık fark etmiyor. Televizyon ekranlarında yeni zam haberleri geçerken kumandayı çeviriyoruz, sosyal medyada fiyat karşılaştırmalarıyla dalga geçiyoruz. Bu refleks bile bir çeşit savunma mekanizması aslında. Çünkü sürekli kötü haberin ortasında yaşarken insanın ruhu da kendini korumaya alıyor. Sürekli şaşırmak yorucu, sürekli endişe etmek yıpratıcı. En sonunda "normal" diye kabulleniyoruz.

Oysa normalleşen her zorluk, toplumun vicdanında bir çatlak bırakır. İnsanlar, hayat pahalılığı karşısında yalnızlaştıkça, umut dediğimiz kavram sessizce erir. Eskiden “biraz sıkalım, sonra düzelir” denirdi. Şimdi kimse o “sonra”ya inanmıyor. Çünkü zaman geçtikçe sıkıntı derinleşiyor, beklentiler küçülüyor, hayaller sadeleşiyor. Yeni bir araba almak, ev sahibi olmak, bir tatil planlamak birçoğumuz için artık uzak bir ihtimal. Hatta çoğu insan için tek hedef, ay sonunu borçsuz kapatmak.

Pazar yerlerinde, filelerinde yarım kilo meyveyle dönen yaşlı kadınlar görüyorum. Gençler, kafelerde bir kahve içmeden önce iki kez fiyat listesine bakıyor. Çocuklar markette oyuncak reyonuna yaklaşınca anneler “Hadi, oraya bakma” diyor. Bütün bu küçük sahneler, istatistiklerden daha çok şey anlatıyor.

Çünkü ekonomik sıkışma sadece cüzdanla ilgili değil, insanın iç dünyasını da daraltıyor. Bir ülkenin refahı, sadece rakamlarda değil, insanların yüzündeki rahatlıkta okunur. Son yıllarda o yüzlerdeki huzur yavaş yavaş siliniyor.

Medya açısından baktığımızda da benzer bir tablo var. Eskiden bir litre süt, bir ekmek ya da bir kira artışı manşet olurdu. Şimdi aynı haberler, arka sayfalarda birkaç satırlık bilgiye dönüşüyor. Çünkü haber değeri, artık olağan olandan doğuyor. Enflasyon, zam, borç, işsizlik gibi kelimeler o kadar sık geçiyor ki, duygusal etkisini kaybediyor.

Bir ekonomi muhabiri, geçenlerde şöyle demişti: “Bir ürünün fiyatı bir ayda üç kez değiştiğinde, artık haber yapmanın anlamı kalmıyor.” Gerçekten de, alışılmış kötülük artık şaşırtmıyor. Bu durum, sadece ekonomik değil, toplumsal bir uyuşma halini de gösteriyor.

Toplum olarak uzun süredir bir tür “dayanıklılık kültürü” içindeyiz. Zor koşullara alışmak, hatta onlarla gurur duymak gibi bir refleks gelişti. “Biz çok gördük”, “Bu da geçer” demek içimizi biraz rahatlatıyor belki ama aynı zamanda çözüm arayışını da zayıflatıyor. İnsan sürekli sabretmeye programlandığında, değişim için harekete geçmeyi unutuyor. Oysa sabır, ancak umutla birlikte anlamlıdır. Umut kaybolduğunda sabır, yalnızca katlanmaya dönüşür.

Bir başka tehlike de, adaletsizliğe karşı duyarsızlaşmak. Gelir uçurumu büyürken, bazı kesimlerin lüks tüketimi aynı hızla sürüyor. Bu görüntü, geçim derdindeki insanın gözünde yaraya tuz basmak gibi. Fakat garip bir biçimde, öfke bile artık eskisi kadar güçlü hissedilmiyor. Sanki herkes sessiz bir kabullenme halinde. Toplumlar böyle dönemlerde ikiye ayrılır: Ses çıkaranlar ve susanlar. Bizim ülkemizde, giderek daha çok insan susmayı seçiyor. Çünkü konuşmak sonuç getirmiyor, sadece yorgunluk ekliyor. İşte tam bu noktada, geçim sıkıntısı bir haber değil, bir kader gibi algılanmaya başlıyor.

Peki bu sessizliği nasıl bozacağız?

Belki de en başta, birbirimizin hikayelerine kulak vererek. Çünkü zorluk paylaşıldıkça hafifler, görülmedikçe ağırlaşır. Herkesin içinde bulunduğu bu ekonomik baskının konuşulması, sadece bir şikayet değil; bir dayanışma biçimi. Gazeteci için haber, toplum için ses demektir. Geçim derdini konuşmak, sadece fiyatlardan söz etmek değildir; insan onurundan, emeğin değerinden, geleceğe dair inançtan bahsetmektir.

Bir ülke, vatandaşlarının umudunu kaybettiği anda fakirleşmeye başlar. Para birimi değer kaybedebilir, ekonomi daralabilir ama asıl kayıp, insanların kendine olan inancını yitirmesidir. Bugün yaşadığımız ekonomik sıkışma belki rakamlarla anlatılabilir, ama asıl hikaye mutfakta, pazarda, maaş bordrosunda, çocuğuna “şimdilik olmaz” diyen annenin sesindedir. O ses, eğer duyulmazsa, ülke yalnızca cebinden değil, ruhundan da yoksullaşır.

Artık belki de en büyük haber şu:

Geçim sıkıntısı, haber olmaktan çıktı.

Ama onunla yaşayan milyonlar, hala haberin ta kendisi.

Saygılarımla.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamanın Ötesinde Yaşayan Hatıralar, Paylaşılan Anlar ve Kalıcı Duygular

Türk Hava Kurumu’nun 100 Yılı Türkiye Havacılık Sanayisinin Doğuşu ve Cumhuriyetin Gökyüzündeki İzi

10 Kasım: Saat Dokuzu Beş Geçe