Küresel Türbülansın Gölgesinde Altın: Belirsizlik Yeni Bir Yükselişi Tetikliyor

Son günlerde küresel gündeme yakından baktığımızda, dünya ekonomisinin ciddi bir türbülansın eşiğinde olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Bilhassa Amerika, Çin ve Rusya arasındaki gerilimin giderek yükselmesi, yalnızca diplomasi sahnesiyle sınırlı kalmıyor; finansal piyasaları da derinden etkiliyor.

Liderlerin ve üst düzey askeri yetkililerin karşılıklı açıklamaları maalesef tansiyonu düşürmek yerine daha da artırma eğiliminde. Tüm bu gelişmeler, dünya ekonomisinin soğukkanlı bir denge arayışına girmekten uzak olduğunu, tam tersine yeni bir belirsizlik dalgasına doğru sürüklendiğini gösteren çarpıcı bir tablo çiziyor.

Böyle dönemlerde, yatırımcıların refleks olarak attığı ilk adımlardan biri her zaman güvenli liman arayışı olmuştur. Krizlerin, savaşların ve siyasi karışıklıkların damga vurduğu tarihsel süreçte, yatırımcının gözünde en çok öne çıkan enstrüman şüphesiz altındır. Altın, yatırımcısına hem duygusal bir rahatlama hem de somut bir ekonomik güvence sunar.

İşte tam bu yüzden, şu an piyasalarda deneyimlediğimiz kısa süreli düşüşler veya dönemsel sakinlikler ne olursa olsun, küresel atmosfer altının genel seyrinin yukarı yönlü olmasını destekler niteliktedir. Bu durumu bir piyasa tahmini olarak değil, mevcut dünya atmosferinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek gerekir. Zira savaş söylemleri, enerji bunalımları, gıda tedarik zincirindeki aksamalar ve finansal piyasalardaki artan kırılganlıklar, altını yatırımcı için her koşulda çekici kılar.

Amerika ile Çin arasında yapılan görüşmelerin önümüzdeki günlerde nasıl sonuçlanacağı ise belirsizliğini koruyor. Taraflar arasında bir uzlaşma sağlanması zor görünüyor. Ekonomik ve teknolojik üstünlük yarışının hız kesmeden sürmesi, karşılıklı misillemeleri de beraberinde getirebilir. Bu tür belirsizlikler küresel risk algısını artırır, dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin para birimleri üzerinde baskı yaratır. Türkiye de bu dalgalanmalardan doğal olarak etkileniyor.

Türkiye özelinde ise iş dünyasının sesi giderek daha gür çıkıyor. Sanayiciler, ihracatçılar ve yatırımcılar uzun süredir finansmana erişim sorunundan şikayetçi. Bankacılık sisteminde kredi musluklarının sıkı tutulması, üretim yapan kesimi zorluyor. Faizlerin yüksek seviyelerde seyretmesi, işletmelerin maliyet yükünü artırıyor. “Ayakta kalmakta zorlanıyoruz” diyen birçok iş insanı, üretim döngüsünü sürdürememekten, yeni yatırımların önünün tıkanmasından endişe ediyor.

Merkez Bankası’nın faiz kararları, piyasada beklenen etkiyi yaratmış değil. Faiz oranlarının değişmesi tek başına ekonomiyi canlandırmıyor; önemli olan, reel sektörün bu değişimden yararlanabilmesi. Eğer kredi kanalları kapalı kalırsa, faiz indirimi sadece kâğıt üzerinde anlam taşır. Gerçekte üretim artmaz, istihdam genişlemez, büyüme ivme kazanmaz. Türkiye’nin ihtiyacı, faiz hamlelerinin ötesine geçecek, üretim ve istihdamı merkeze alan, uzun vadeli bir ekonomik reform programıdır.

Bir başka önemli konu da gelir dağılımı ve alım gücüdür. Asgari ücretliden emekliye kadar geniş bir kesimin alım gücü zayıfladı. İç pazarda tüketim daralırken, üretici ve sanayici “ihracatla ayakta kalalım” düşüncesine yöneliyor. Oysa iç piyasanın canlı tutulmadığı bir ekonomide dış satış da kalıcı olamaz. Halkın alım gücü, ülke ekonomisinin ana motorudur. İç talebi yeniden canlandıracak adımlar atılmadıkça üretim rakamları yalnızca kâğıt üzerinde anlam taşır.

Faiz, enflasyon ve büyüme arasındaki dengeyi kurmak her zamankinden zor. Para politikası tek başına enflasyonu düşürmeye yetmez. Gerçek anlamda fiyat istikrarı, üretimle, verimlilikle ve güven ortamıyla sağlanır. Bugün dünya ekonomisine yön veren ülkelerin ortak noktası budur: Kendi teknolojilerini üretir, kendi kaynaklarını etkin kullanır ve dış baskılara karşı alternatif yollar geliştirirler. Amerika örneğinde olduğu gibi, “vermezsen verme, ben kendi teknolojimle üretirim” anlayışı bir direnç modeli oluşturur.

Türkiye’nin de benzer bir direnç ekonomisi inşa etmesi gerekiyor. Bunun yolu da üretimden, inovasyondan, bilim ve teknolojiden geçiyor. Yüksek faizle, daralmış krediyle, bastırılmış tüketimle sürdürülebilir bir büyüme sağlanamaz. Ekonomi sadece rakamlardan ibaret değildir; güven, istikrar ve umutla desteklenmezse, hiçbir politika uzun vadede işe yaramaz.

Altın konusuna dönersek, küresel düzeyde yaşanan gerginlikler ve ekonomik belirsizlikler devam ettikçe, altının değer kazanma eğilimi sürer. Bu, kesin bir yükseliş garantisi anlamına gelmez ama mevcut koşullar, bu yönü destekleyen sinyaller veriyor. Altın fiyatları zaman zaman geri çekilse de, her düşüş dönemi yatırımcı psikolojisinde yeni bir alım fırsatı olarak değerlendirilebilir. Yani şu an yaşanan geçici gerilemeler, uzun vadeli bir tırmanışın habercisi olabilir.

Özetle, hem dünya hem Türkiye açısından önümüzde zorlu bir ekonomik dönem var. Küresel güçlerin rekabeti, enerji fiyatlarındaki oynaklık, savaş ihtimallerinin dillendirilmesi ve içeride yaşanan finansman sıkışıklığı; hepsi bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin bu süreçten güçlü çıkabilmesi için kısa vadeli adımlar yerine yapısal reformlara, üretim odaklı politikalara, ihracat kadar iç piyasayı da koruyacak stratejilere yönelmesi gerekiyor.

Ekonominin dengelenmesi, sadece faiz kararlarıyla değil, güven ortamının yeniden inşasıyla mümkündür. Üretim güçlenirse, istihdam artarsa, gelir dağılımı düzelirse; o zaman döviz de altın da doğal denge noktasını bulur. Bugün yaşanan dalgalanmalar, bir yandan uyarıcı bir rol oynuyor. Ekonominin temel taşları sağlam olduğunda, hiçbir kur şoku kalıcı olamaz.

Saygılarımla.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamanın Ötesinde Yaşayan Hatıralar, Paylaşılan Anlar ve Kalıcı Duygular

Türk Hava Kurumu’nun 100 Yılı Türkiye Havacılık Sanayisinin Doğuşu ve Cumhuriyetin Gökyüzündeki İzi

10 Kasım: Saat Dokuzu Beş Geçe