Küçük Kasabanın Şirin Balıkçı Kızı ve Hastane Serüveni

Kaleme aldığım bu yazı bir masal değil. Hayali kahramanlarla, uydurma olaylarla süslenmiş bir hikaye de değil. Bu satırlar, yaşanmışlıkların, acıların, umutların ve direncin bir yansıması olarak gerçek hayattan esinlenmiştir. Satır aralarında gördüğünüz her detay, bir insanın hayatından alınmış, hakiki bir parçadır.

Büyük, hareketli bir ilin küçük bir ilçesinde doğup büyümüştü. Yıllarca ticaret yaptı; hem kendi emeğini hem de hayallerini işine kattı. Başlarda işler yolunda gidiyordu, kazancı yerindeydi. Fakat zaman değişti, piyasa daraldı, işler tersine döndü. Umudu kadar borçları da büyümüştü. Çabaladı, direndi ama sonunda ticaret defterini kapatmak zorunda kaldı. Arkasında ödenmesi gereken ciddi bir borç kalmıştı.

O borcu kapatmanın tek yolu, hayatına sıfırdan başlamak ve çalışmaktı. Mecburen, denizi olan küçük bir sahil kasabasına taşındı. Başta yabancıydı bu sessiz yere; ama kısa sürede martıların sesine, tuzlu deniz kokusuna ve balık ağlarının hışırtısına alıştı. Burada herkes ona “Balıkçı Kız” demeye başladı. Çünkü geçimini denizden sağlıyor, sabahın erken saatlerinde limana iniyor, kendi ekmeğini alın teriyle kazanıyordu.

Kendi ayakları üzerinde duran, kimseden yardım istemeyen, akıllı ve tertemiz kalpli bir kadındı. İhtiyacı olan birini gördüğünde yardım etmekten asla çekinmezdi. Bazen maddi, bazen manevi… Yardım etmek onun için bir lütuf değil, insan olmanın gereğiydi.

Altı yıl önce babasını kaybetmişti. Babası yıllarca alın teriyle çalışıp ailesi için bir ev almıştı. Şimdi o evde annesiyle yaşıyordu. Fakat son sekiz aydır hayat, ona çok daha ağır bir yük yüklemişti. Annesi rahatsızdı ve her üç ayda bir hastaneye yatmak zorundaydı. Balıkçı Kız, annesini bir an olsun yalnız bırakmıyor, başucunda bekliyor, ilaç saatlerini takip ediyordu.

Bu kez de hastalık yeniden ağırlaşmış, annesini apar topar hastaneye yatırmak zorunda kalmıştı. Türkiye’nin bir devlet hastanesiydi burası; ama binanın eski hali, yetersiz imkânları ve bazı personelin ilgisizliği işleri daha da zorlaştırıyordu.

Bir akşam, annesinin yatağının başında otururken derin bir iç çekti.

— “Anne, keşke bu hastane daha iyi olsaydı,” dedi.

Annesi yorgun bir tebessümle karşılık verdi.

— “Kızım… Burası da bir kapı, şifa kapısı. Eksikleri var, biliyorum. Ama biz sabredeceğiz.”

Balıkçı Kız, annesinin bu olgun tavrına rağmen içeride bir sızı hissediyordu. Çünkü gördükleri, onu üzüyordu. Personelin bir kısmı işini önemsemiyor, hastaların üzerinde adeta acemilik denemeleri yapıyordu. Bazıları ise “Salla başını, al maaşını” mantığıyla hareket ediyordu.

Oysa istisnalar da vardı. Bir hemşire vardı mesela, her sabah gülümseyerek gelip “Günaydın teyzeciğim, nasılsınız?” derdi. Bir doktor, hastaların anlaması için sabırla her ayrıntıyı anlatırdı. Bir temizlik görevlisi, odanın köşesine kadar siler, “Temizlik de şifadır” derdi. Ama bu güzel insanlar o kadar azdı ki…

Hastane binasının hali de içler acısıydı. Çatlak duvarlar, dökülen boyalar, yetersiz tıbbi cihazlar… Çevre halkı defalarca yetkililere bildirmişti ama köklü bir çözüm yapılmamıştı. Balıkçı Kız, pencereden dışarı bakarken kendi kendine mırıldandı:

— “Bir gün bu hastane değişecek. Herkes işini severek yapacak. İnsanlar buraya korkuyla değil güvenle gelecek.”

Geceler uykusuz geçiyordu. Annesi uykuya daldığında, Balıkçı Kız pencereden dışarı bakar, gözü hastane bahçesindeki sokak hayvanlarına takılırdı. Sıcak havada hastane bahçesine inip onları beslerdi. Sıcaktan bunalmış ama yine de dimdik duran o hayvanlar, ona umut verirdi.

Bazen, ilgisiz bir görevliyle tartışma noktasına geliyordu. Bir gün ilaç gecikmişti, hemşireyi bulmak için koridorda koşturdu.

— “Hanımefendi, annemin ilacı gecikti. Doktor saatini söyledi.”

— “Biraz bekleyin, daha işimiz var,” diye ters bir cevap aldı.

Balıkçı Kız gözlerini kısarak, sakin ama kararlı bir sesle,

— “İşinizin bir hastanın sağlığı olduğunu unutmayın,” dedi.

Ama ertesi gün, aynı koridorda başka bir hemşireyle karşılaştı. Kadın, ilacı zamanında getirdi, hatta annesine moral verdi. O an Balıkçı Kız anladı ki; iyilik de ilgisizlik de insandan insana değişiyordu.

Günler birbirini kovaladı. Tedavi süreci ağır ama ilerleme kaydediyordu. Annesinin yüzüne renk gelmeye başlamıştı. Balıkçı Kız, taburcu olacakları günü umutla bekliyordu. O gün geldiğinde, koridordan çıkarken hastane odasına son bir kez bakacağını biliyordu. O odada geçen uykusuz geceler, sessiz dualar ve umut dolu anlar zihninde bir film şeridi gibi akacaktı.

Şimdilik burada kalıp beklemek gerekiyordu. Beklerken, Balıkçı Kız’ın aklında hep aynı düşünce vardı: “Annem iyileşip evimize döndüğünde, bu kasabanın havasını, denizin kokusunu yeniden birlikte hissedeceğiz. Martılar bize eşlik edecek, balık ağlarının hışırtısı yeniden huzur olacak.”

Ve taburcu oldukları gün, belki de ilk işi bu hastane deneyiminden ders çıkararak çevresine anlatmak, yetkililere ulaştırmak olacaktı. Çünkü Balıkçı Kız’a göre, devlet hastanelerinde çalışmak sadece bir meslek değil, insanların hayatına dokunan kutsal bir görevdi.

O, biliyordu ki; her zorluk gibi bu günler de geçecekti. Önemli olan, kalbindeki iyiliği koruyarak o günleri geride bırakmaktı.

Saygılarımla.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamanın Ötesinde Yaşayan Hatıralar, Paylaşılan Anlar ve Kalıcı Duygular

Türk Hava Kurumu’nun 100 Yılı Türkiye Havacılık Sanayisinin Doğuşu ve Cumhuriyetin Gökyüzündeki İzi

10 Kasım: Saat Dokuzu Beş Geçe