İklim Krizine Karşı Bireyden Başlayan Dönüşüm
Yıllardır dünyanın dört bir yanından gelen felaket haberlerini izledik. Kuraklık, seller, orman yangınları, sıcak hava dalgaları… Bunların hepsi önce başkalarının sorunu gibi geldi. Uzak diyarlarda yaşandıkça bize dokunmaz sandık. “Bizim başımıza gelmez” dedik. Ama artık o “uzak” dediğimiz felaketler yanı başımıza kadar geldi. Artık kaçamayacağımız bir gerçekle karşı karşıyayız: İklim krizi kapımızda. Ve bu kriz, sadece ülkemizi tehdit etmiyor, aynı zamanda hayatımızın her köşesine nüfuz ediyor. Ekonomiden siyasete, toplumsal düzenimize kadar her alanda etkilerini hissettiren bir kriz.
Bu krizin
sonuçlarını yakın geçmişte iliklerimize kadar hissettik. Türkiye için 2021
yazı, doğayla olan ilişkimizde belki de bir kırılma noktasıydı. Günlerce süren
Akdeniz ve Ege'deki orman yangınları sadece binlerce hektar ormanı yakmakla
kalmadı, aynı zamanda insanların anılarını, evlerini ve umutlarını da yok etti.
O yaz, ormanlarımızla birlikte geleceğe olan inancımız da kül oldu.
Aynı yıl
Karadeniz'de yaşanan seller onlarca can aldı. Yıllardır bereketi simgeleyen
yağmur, artık korkunun adı haline geldi. Bugün herhangi bir yağış haberi
duyduğumuzda içimizi bir endişe kaplıyor: "Acaba bu kez neresi sulara
gömülecek?" Bu yeni "normal" durum, aslında hiç de normal değil.
Bilim
insanlarının uyarıları artık daha da net. Türkiye, iklim krizinden en çok
etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz havzasında yer alıyor. Bu, artık
soyut bir uyarı değil; günlük yaşamımıza doğrudan etki eden bir gerçek. Su
kaynaklarımız hızla azalıyor. Barajlar alarm veriyor, tarım alanları
kuraklıktan verimsizleşiyor. Kırsalda geçinemeyen insanlar büyükşehirlere göç
ediyor; şehirler ise zaten taşmak üzere. Bir yandan ekonomik krizle baş etmeye
çalışırken, diğer yandan doğanın sunduğu yeni koşullarla yaşamayı öğrenmek
zorundayız.
Peki, ülke
olarak bu krize ne kadar hazırız? Maalesef tablo pek iç açıcı değil. Türkiye,
Paris İklim Anlaşması’nı 2021 yılında onayladı. Bu önemli bir adım gibi görünse
de, asıl mesele uygulamada. Bugün hâlâ fosil yakıtlara olan bağımlılığımız
sürüyor. Kömür santralleri kapanmak bir yana, bazı bölgelerde yenilerinin
kurulması planlanıyor. Oysa dünya çoktan bu enerjileri terk etmeye başladı. Biz
ise hâlâ geçmişin alışkanlıklarına sıkı sıkıya tutunuyoruz.
Yenilenebilir
enerji alanında bazı yatırımlar yapılıyor elbette. Ancak bu yatırımlar bütüncül
bir stratejiden yoksun. Parça parça yürütülen, çoğu zaman çevresel etkileri göz
ardı edilen projelerle gerçek bir dönüşüm sağlanamaz. Oysa iklim kriziyle
mücadele sadece enerji politikalarıyla sınırlı değil. Eğitimden şehir
planlamasına, ulaşım altyapısından tarım politikalarına kadar her alanda köklü
bir değişim gerekiyor. Ne yazık ki hâlâ plansız yapılaşmanın, betonlaşmanın,
kısa vadeli rantın peşindeyiz. Oysa doğa artık bu yükü kaldıramıyor.
Tüm bu
karamsar tabloya rağmen umut ışıkları da var. Bazı yönetimler kendi iklim eylem
planlarını oluşturuyor, geri dönüşüm uygulamaları yaygınlaşıyor, bisiklet
yolları artırılıyor ve yerel düzeyde doğayla daha uyumlu bir yaşam için adımlar
atılıyor. Gençlik hareketleri de bu süreçte daha cesur ve sesli. Sosyal medya
sayesinde iklim meselesi artık her zamankinden daha görünür. Bir ülkenin iklim
kriziyle ne kadar ciddi mücadele ettiğini anlamak için ulusal yatırım
planlarına bakmak gerekir.
Kuşkusuz,
birey olarak bizlere de büyük sorumluluklar düşüyor. Elbette iklim krizinin baş
sorumlusu bireyler değil; sistemler, politikalar, büyük şirketler.
Unutmamalıyız ki bireysel davranışlarımız sistemleri etkileyebilir. Tüketim
alışkanlıklarımızdan su ve enerji kullanımımıza, toplu taşıma tercih etmemizden
sosyal medyadaki paylaşımlarımıza kadar her şey fark yaratabilir. "Ben tek
başıma neyi değiştirebilirim ki?" demek kolay, ama değişim tam da bu
cümleden kurtularak başlıyor.
Bu yazıyı
bir uzman olarak değil, bu ülkede yaşayan sıradan bir yurttaş olarak yazıyorum.
Her gün aynı sokaklarda yürüyen, markette fiyat etiketlerine bakan, yaz
aylarında yangın haberi duyduğunda içi yanan biriyim. Ve artık çok net
görüyorum ki, Türkiye büyük bir eşiğin tam üzerinde duruyor. Ya doğayla
birlikte hareket etmeyi öğrenip bugünden adım atacağız ya da gelecekte
felaketleri sadece uzaktan izlemekle kalmayıp evimizin tam ortasında
yaşayacağız.
Bu kriz,
ertelenebilecek bir mesele değil. O artık geleceğin sorunu değil; bugünün
gerçeği. Ve biz bugünü nasıl şekillendirirsek, yarının iklimini de o şekilde
belirleyeceğiz.
Saygılarımla.
Yorumlar
Yorum Gönder