Doğanın Uyarısı: Terleten Yaz, Sıcak Gerçekler
Yaz geldi ama eski yazlardan pek eser yok. Ne o çocukluğumun sabah serinliği var artık, ne de öğleden sonraları camdan gelen tatlı rüzgar. Bu yıl yine mevsim kendini şaşırdı, ama biz hâlâ şaşırmıyoruz. Alıştık artık, gökyüzünün bile dengesini kaybetmesine. Ama ne kadar daha alışacağız, asıl soru bu.
Hepimiz hava durumuna bakıp başımızı iki yana
sallıyoruz. "Eskiden Haziran böyle miydi?" diyoruz, sonra hayatımıza
devam ediyoruz. Oysa mesele sadece biraz sıcak hava değil. Bu, uzun zamandır
görmezden geldiğimiz bir uyarı sinyali. Küresel iklim değişikliği, yıllardır
konuşulan ama çoğu zaman gündelik yaşamın karmaşasında arka planda kalan bir
gerçeklikti. Artık arka planda kalmıyor, tam ortasında yaşıyoruz. Her yaz,
biraz daha yakıcı, biraz daha kasvetli, biraz daha ürkütücü hale geliyor.
Bu yaz da henüz tam anlamıyla başlamamışken orman
yangını haberleri gelmeye başladı. Alevler şimdiden yükseldi. Her yıl olduğu
gibi bu yıl da “Acaba bu yangın doğal mı, yoksa bir sabotaj mı?” soruları
soruluyor. Belki de haklıyız. Çünkü bazı yangınlar gerçekten de kuşku
uyandıracak şekilde başlıyor, aynı anda birkaç yerde çıkıyor, rüzgarın yönüne
göre şekilleniyor. Ama mesele sadece sabotaj mı?
Bir şeyleri yakarak rant elde etmeye çalışan gözünü
para bürümüş bazı insanların varlığına elbette şaşırmıyoruz. Ama daha büyük bir
yangın var: Bizim yaşam tarzımız. Yani tüketim alışkanlıklarımız, doğayla
kurduğumuz hoyrat ilişki, şehirleşme hırsı, plastikle kaplı hayatlarımız,
bitmek bilmeyen enerji talebimiz… Asıl sabotajı biz yapıyoruz, hem de her gün,
bilinçli ya da bilinçsizce.
Bir yandan “Yangınlar neden hep yazın çıkıyor?” diye
soruluyor. Cevap çok basit aslında: Kuraklık. Toprak artık susuz, nem oranı
yerlerde. Bir kıvılcım bile yetiyor, doğa kendini savunamayacak kadar yorgun.
Kış aylarında yeterince yağmur düşmeyince yaz geldiğinde ormanlarımız adeta
kuru barut gibi oluyor. Bu yıl da öyle oldu. Uzmanlar, Türkiye’nin güneyinde
sıcaklıkların normalin 5-7 derece üzerine çıktığını söylüyor. Bu, sadece
“havanın sıcak olması” değil; bu, yaşama elverişliliğin sınırına dayanmak
demek.
Bir de şu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor: Biz doğayla
kavga halindeyiz. Ne yazık ki bu savaşın galibi olmayacak. Beton, asfalt,
devasa oteller, madencilik faaliyetleri ve kontrolsüz yapılaşma, ormanlara
doğru yayıldıkça doğanın dengesi bozuluyor. Ağaçların kökleri toprağı tutamaz
hale geliyor, biyoçeşitlilik azalıyor, mikro iklimler yok oluyor. Bir ağacı
kesmek sadece bir ağacı kaybetmek değil; orayı yurt edinmiş yüzlerce canlıyı da
evsiz bırakmak demek.
Yangınlarla ilgili paylaşılan görüntülere bakınca
insanın içi parçalanıyor. Alevlerin ortasında kalmış kaplumbağalar, kaçmaya
çalışan ceylanlar, dumanların arasında kaybolan kuşlar… O anlarda aslında
sadece ağaçlar yanmıyor, vicdanımız da tutuşuyor. Ama yangın söndüğünde o
vicdan da sönüyor çoğu zaman. Unutuyoruz, hayat normale dönüyor. Bir dahaki
yangına kadar.
Bu yazıyı yazarken kendime de sürekli şu soruyu
soruyorum: Biz doğayı sevmeyi gerçekten öğrendik mi? Yoksa doğayı sadece
fotoğraf fonu olarak mı görüyoruz? Ormanları yalnızca piknik alanı, denizleri
yalnızca tatil rotası olarak mı değerlendiriyoruz? Sevgi eylem gerektirir.
Doğayı seviyorsak, onunla uyum içinde yaşamalıyız. Tüketim çılgınlığımıza,
“daha çok” arzumuzun yarattığı yıkıma dur demeliyiz. Çünkü bu yangınlar bir
sonuç. Asıl sebep biziz. Bu ekolojik krizin bir parçası değil, bizzat faili
konumundayız.
Elbette devletin, yerel yönetimlerin ve kolluk
kuvvetlerinin alması gereken ciddi önlemler var. Yangınlara müdahale
ekipmanlarının yenilenmesi, erken uyarı sistemlerinin geliştirilmesi, sabotaj
iddialarının ciddiyetle araştırılması gerekiyor. Ama sadece onların çabası
yetmez. Biz birey olarak da taşın altına elimizi koymalıyız. Piknikte
yaktığımız ateşi tamamen söndürdük mü? Ormanda yürürken sigaramızı yere attık
mı? Evde klima çalıştırırken pencereyi açık bıraktık mı? Küçük gibi görünen bu
davranışlar, büyük felaketlere zemin hazırlıyor.
Doğa intikam almaz. Ama unutmaz. Onu ne kadar hoyrat
kullanırsak, bize o kadar kırılgan geri döner. Bugün ağaçları korumak, aslında
kendi geleceğimizi savunmaktır. Çünkü ormanlar sadece oksijen kaynağımız değil,
aynı zamanda ortak hafızamız, ortak evimizdir. Ve ev yanarken sadece cam değil,
insanın içi de kararır.
Tüm bu gerçekler ışığında, bu yaz belki de sadece
sıcak havayla değil, vicdanlarımızla da terleyeceğiz. Bu, yalnızca mevsimsel
bir geçiş değil, aynı zamanda kendimize, yaşam tarzımıza ve doğayla ilişkimize
dair derin bir muhasebe yapma zorunluluğudur. Unutmayalım ki, bu ter,
geleceğimizi şekillendirecek olan uyanışın ilk damlaları olabilir.
Saygılarımla.
Yorumlar
Yorum Gönder